(Osmanlı delegesi imzalıyor, aslında imzalatılıyor; diğerleri bakıyor)
24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması imzalanırken (Türk delegesi İsmet Paşa diğer delegelerle birlikte imzalıyor)
Farkı görebildiniz mi?
Hayatlarında bir gün, bir yerde, yabancı biriyle oturup herhangi bir konuda pazarlık yapıp da bir şey dahi koparamamış olanların; 600 yıllık Osmanlının hesabının görülüp ülkenin sınırlarının çizildiği, yabancılara verilen ayrıcalıkların kaldırıldığı, çok sayıdaki imtiyazın geri alınıp ekonomik özgürlüğün kazanıldığı, borçlarının diğer ülkelere de yüklendiği ve de bu toprakların Türk vatanı haline getirildiği Lozan Barış Antlaşmasına söz söylemeleri biraz komik olmuyor mu?
Eyfel Kulesi, Paris'in ünlü
demir kulesi. Kule, aynı zamanda tüm dünyada Fransa'nın sembolü halini
almıştır. İsmini, inşa eden mühendis Alexandre Gustave Eiffel'den alır. En
büyük turizm cazibelerinden biri olan Eyfel Kulesi, yılda 6 milyon turist
çeker.
Gustave Eiffel
Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave
Eiffel'in firması tarafından, Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları
çerçevesinde inşa edilmiştir. Aslında kulenin mimarı Gustave Eiffel değil,
İsviçreli Maurice Koechlin 'in siparişi üzerine tasarlayan Stephen
Sauvestre'dir. Meslektaşı Emile Nouguier ile beraber ilk tasarımları yapmıştır.
Kulenin, 7.739.401 Frank 31
Sent tutan inşaat masrafları, Gustave Eiffel'in tahminlerinin 1 milyon frank
üstündedir. 1889 yılındaki açılış tarihden önceki 5 ayda 1,9 milyon kişi
ziyaret edince, yıl sonuna kadar toplam masrafın 3/4'ü çıkartılmıştır.
Böylelikle Eyfel Kulesi, daha başından, kazanç sağlayan bir şirket görünümüne
bürünmüştü. 3.000 işçi 26 ay boyunca 18.038 adet demir parçayı 2,5 milyon
perçinle bir araya getirmiştir.
Ancak bu arada kule, onu bir
utanç lekesi olarak gören Paris halkının tepkisini de çekmiştir. Bazı
sanatçılar devasa bir sokak lambasına benzetirken, bir fabrika bacası gibi
Paris'in görsel itibarını zedeleyeceğini ileri sürmüşlerdir. Böylelikle devrin
sanatçı ve edebiyatçı çevresinde bir kampanya başlatılmış, bu kampanya
süresince ünlü sanatçıların imzaladığı bildiriler dağıtılmıştır.
İlk başlarda Eiffel,
Kule'ye sadece 20 yıl için müsaade almıştı. Dolayısıyla, 1909 yılında kulenin
sökülmesi gerekiyordu. Ancak kule, okyanus ötesine sefer yapan gemilere
yapılacak saat ayarı sinyallerinin yayınlanması için oldukça uygun özellikte
olduğundan sökülmekten kurtulmuştur.
Telgraf kodları
kullanılarak ilk düzenli saat ayarı sinyali 9 Ağustos 1904 tarihinden itibaren
Amerikan Deniz Kuvvetleri tarafından Boston’daki istasyondan yayınlanmaya
başlanmış, 1905 sonuna kadar da Amerika’da saat ayarı yayınlayan istasyon
sayısı 6’ya çıkmıştır.
Denizcilerin yanı
sıra demiryolu işletmecilerinin, ordunun ve sanayi kuruluşlarının da gereksinim
duyduğu hassas saat ayarının Avrupa’da telsizle yayınlanmasına yönelik ilk
uygulamalar ise 1904’den itibaren başlamıştır. Bu amaçla İsviçre ve Fransa’da
istasyonların kurulduğu, İsviçre’de konuyla ilgili patent başvurusunda bulunanlar
arasında Albert Einstein’ın dahi olduğu bilinmektedir.
Fransa’daki ilk
istasyon Fransız Boylam Bürosu tarafından işletilen ve Eiffel Kulesine kurulan
FL çağrı işaretli istasyondur. 312 metre yüksekliğiyle döneminin en yüksek
binası durumunda olan Eiffel Kulesi’ninülkenin güvenliği için büyük önem arz eden radyo hizmeti için
kullanılabileceğine karar verilmiş ve 40 kW çıkış gücüne sahip verici istasyonu
tesis edilerek başta Atlantik Okyanusu’na yönelik olmak üzere 23 Mayıs 1910
tarihinden itibaren Paris Gözlemevi’nden alınan saat ayarı sinyallerinin 150
kHz frekansı üzerinden günde iki defa yayınlanmasına başlamıştır.
Greenwich’i sıfır
meridyen olarak 1919’a kadar kabul etmek istemeyen Fransabu hizmeti başlattıktan sonra Boylam
Bürosu’nun davetiyle Ekim 1912 tarihinde Conférence
international de l’heure radiotélégraphique (Uluslar arası Radyotelgraflı
Saat Konferansı) adı altında 16 ülke temsilcisinin katılımıyla bir konferans
düzenlemiş, Paris Gözlemevi’nde kalıcı bir Uluslar arası Saat Bürosu oluşturulmasını
sağlamıştır. Bu konferans sonrasında 20-27 Ekim 1913 tarihinde 32 ülke
temsilcilerinin katılımıyla toplanan tam yetkililer konferansında ise Uluslar
arası Zaman Birliği ile Daimi Konsey’in oluşturulmasına karar verilmiştir.
Osmanlı Sadareti
(Başbakanlığı) de 1913’te Maarif, Posta Telgraf ve Telefon ve Nafia Nezaretİ
temsilcilerinin katılımıyla bir heyet oluşturmuş ve “Greenwich saati”nin kabul
edilmesinin faydalı olup olmayacağının incelenmesini istemiştir. Bu heyet
tarafından hazırlanan raporda belirtilen olumlu görüş Meclis-i Vükela (Bakanlar
Kurulu) tarafından da uygun bulunmuş ve Paris’te yapılan toplantıya o dönemin
Darülfünun Reisi olan Salih Zeki Bey tam yetkili olarak iştirak etmiştir.
Salih Zeki Bey
1912 Paris
kongresinde ele alınan konulardan biri de saat bildirmek için yayınlanacak
zaman sinyallerinde uyulması gereken standartlar olmuştur. Greenwich vasati
saatini kullanacak ülkelere günde iki defa telsizle Eiffel Kulesi’nden saat
ayarı verilmesi de kararlaştırılmış ve bu karar 1913 kongresinde de onaylanmıştır.
İlkokul yıllarında Türkiye haritasını ezbere çizmeye çalışırken öğretmenimiz bize; Ege kıyılarını çizerken elinizi sağa sola biraz oynatın, aşağıya indiğinizde biraz fazla oynatıp Akdeniz kıyılarını çizmeye başlayın diye öğretirdi. Bu biraz fazla oynatılacak yerin Reşadiye Yarımadası olduğunu da bilirdik. Sömbeki adasını yutacak gibi ağzını açmış beklerdi.
1970'li yıllara gelip hemen her gün Kıbrıs konuşulmaya başlandığında gazetelerin birinde yayımlanan ve Yunanistan'dan çıkan bir el Kıbrıs'a uzanırken makasa benzetilen Reşadiye Yarımadası bu eli kesecekmiş gibi gösterilen karikatürü gördüğümde bu yarımadaya olan ilgim daha da artmıştı.
O yıllarda bırakın Datça'ya gidip görmeyi Muğla'ya girmek bile oldukça zor ve zahmetli olduğundan çok güzel olduğunu bildiğimiz bu girintili çıkıntılı kıyıları ancak harita üzerinde görebiliyorduk.
Uzun yıllar doğru dürüst bir karayolu bağlantısına sahip olmayan Datça'ya ilk defa 1987'de Bodrum'dan kalkan "Büyük Ortak" adlı feribotla günübirliğine gitmiştik. Köremen Limanı'nda bizi bekleyen oldukça eski, ancak ilginç bir belediye otobüsüne binip şehir merkezine vardıktan sonra İskele Mahallesi'ndeki kumsaldan denize girip biraz gezmiş, sonra da yine aynı otobüsle limana gidip feribotla Bodrum'a dönmüştük.
2000'li yılların başındaki ikinci gidişimiz yine Bodrum'dan feribotla olmuş, bu defa arabayı da beraberimde götürdüğümden biraz araştırıp bulduğumuz Uslu Apart sonraki yıllarda bizim için vazgeçilmez bir Datça klasiği haline gelmişti.
Uslu Apart
Üçüncü gidişimiz ise yine denizden tekne ile olmuş, Bodrum-Turgut Reis'ten kalkıp Knidos'ta bir kaç gün kaldıktan sonra oldukça maceralı (!) bir şekilde geldiğimiz Datça'da fazla kalmayıp otobüsle Marmaris'e dönmüştük.
Knidos ve Tekneler
Dördüncü defa gelişimiz ise daha öncekilerden oldukça farklıydı; bu defa artık yarım Datçalı olmak üzere gelmiş, Palamutbükü'nde bir senedir bekleyen Aurora'ya binip Simi Boğazı'ndan geçerek Bozukkale'ye varmış, bir gece demirde yattıktan sonra Marmaris'e dönmüştük.
Bozukkale
İlkokul sıralarında elimi sağa sola oynatarak haritasını çizdiğim bu kıyılara bir de denizden bakma fırsatı bulduğuma çok sevinmiştim. Yakınından geçtiğimiz Simi de oldukça güzel gözüküyordu. Anlaşılan Reşadiye Yarımadası Kıbrıs'ı kurtarmış, ancak Simi'yi henüz yutmamıştı (!)
Her gün uğraştığım gibi oldukça sıkıcı işlerle uğraşırken, bir gelip de gözünü kapat ve güzel bir yer düşle, sonra da bana söyle; seni oraya götüreceğim derse; sanıyorum ilk söyleyeceğim yerlerden biri Knidos olur. Tepeye çıkıp bir Knidos'a, bir de Ege'nin mavi sularına bakıp hiç bir şey düşünmeden öylece bakmak, bakmak, bakmak...
Osmanlı'nın 1522'de aldığı Rodos'u ben ilk defa 1980'li yılların sonlarına doğru bir görevle çıktığım Marmaris-Turunç yakınlarındaki Palamut Tepesi'nden baktığımda görmüştüm. İlk gidişim ise Aralık 1990'da yapılan uluslararası bir toplantı içindi. Uzun bir seramoni sonrası aldığımız Yunanistan vizesi ile pasaportumuzu cebimize koyup bir arkadaşımla birlikte Ankara'dan kalkıp önce İstanbul'a, sonra Atina'ya, oradan da Rodos'a varmış, kaldığımız otelin penceresinden bakıp da Palamut Tepesi'ni gördüğümde biraz hayıflanmıştım; Bizim taraftan bakıldığında sanki bir adımlık mesafede gibi görünen Reşadiye Yarımadası'nın dibindeki bu adaya gelmek için bu kadar yol çekilir miydi diye...
Rodos kuşatması
Sabah-akşam süren toplantılar sırasında şehir merkezini biraz gezme fırsatı bulmuş, Osmanlı'nın ayak izlerinin henüz silinmediğini görmüştük. Bir akşam tesadüfen girdiğimiz kahvehanede Türkçe konuşulduğunu duyduğumuzda önce biraz şaşırsak da, silinmeyenlerin sadece ayakizleri olmadığını çok geçmeden anlamıştık.
Seneler sonra Marmaris'ten katamarana binip bir saatlik rahat bir yolculukla tekrar Rodos'a gittiğimizde vize gerektirmeyen pasaportlarımızla kolayca giriş yapmış, kalacağımız otele yerleşip eski şehir merkezinin dar sokaklarından geçerken tesadüfen görüp bahçesinde oturmaya karar verdiğimiz küçük bir lokantada bir şeyler yiyip içmeye başlamıştık. Bu sırada lokanta sahibinin yakınlarından biri elinde bir tabakla gelip biraz kırık bir Türkçe ile konuşarak bize getirdiği mezeyi ikram etmiş, bunu annesinin Türk komşularından öğrenip yaptığı bir zeytinyağlı yemek olduğunu söylemişti. Bunu duyduğuma hem çok sevinmiş, hem de çok duygulanmıştım. Osmanlının silinmeyen ayak izleriyle sedasının yanı sıra hala hatırının da sayıldığını görmek mutluluk vericiydi.
Lindos
Adanın diğer bir yerleşim merkezi olan Lindos, Rodos'a gelenlerin mutlaka uğradığı küçük bir kasaba olduğundan biz de bu kurala uymuş, turistleri gezdiren eşeklerin altından geçtiği bir terasta dinlendikten sonra gezmizi sürdürüken Osmalıca kitabesi hala korunan bir çeşmeden akan sudan içip yüzümüzü yıkamış, sonra da gezimize devam etmiştik.
Lindos'taki Çeşme
Lindos'un vazgeçilmezleri (!)
İşin en ilginci ise yemek yediğimiz lokantalardan birinin garsonunun bana sorduğu " Türkçe iyi günler nasıl denir?" sorusuydu. Anlaşılan 1522'den yaklaşık 500 yıl sonra Rodos'u yeniden fethediyorduk...
İlkokul sıralarında oyundan, özür; derslerden arta kalan zamanlarda severek oynadığımız oyunlardan biri haritadan şehir bulma oyunuydu. Prof. Faik Sabri Duran tarafından hazırlanan Büyük Atlas'ı önümüze açar, yazılabilecek en küçük harflerle yazılmış şehir ve kasabaların adlarını bulur, arkadaşlarımıza sorardık.
Bu oyunlardan anımsadığım en ilginç isim Kaş idi. Hikmet Karakaş adındaki arkadaşım adıyla mümasil bu küçük yerleşim yerini bana sorduğunda oldukça ilgimi çekmiş; çok aramama rağmen haritada bulamamıştım. Kaş'ın nerede olduğu gösterdiğinde ise bulunduğu konum da bana çok ilginç gelmişti. Karşısında ise küçücük bir ada gözüküyordu; adı da Meis. O dönemde hazırlanan haritalarda Ege Denizi'nde sınır gösteren kırmızı çizgiler bulunduğundan Meis'in bir Yunan adası olduğunu anlamam pek zor olmamıştı.
Hikmet Karakaş
(En zeki arkadaşlarımdan biri idi)
Meis'in Türkçe'de göz anlamına geldiğini yıllar sonra Kaş'a gittiğimde öğrenecek, Göz ile Kaş'ın birlikteliğinden doğan muhteşem uyum ve güzelliğin karşısında hayranlığımı gizleyemeyecek, bu ilginç coğrafyanın haritalara sığmayacak kadar özellikleri olduğunu ancak anlayabilecektim.
Kaş denildiğinde anımsadığım bir başka güzellik ise TRT tarafından dizileştirilen Halikarnas Balıkçısı'nın Parmak Damgası'dır. Kaş'ın güzellikleri arasında çekilen bu dizinin unutulmaz karakterlerinden biri de aşağıda fotoğrafı görülen Kaşlı Postacı Hançer idi; Kaşlıları dünyaya bağlayan.